Mourinho'nun, Guardiola'nın veya bir başka teknik adamın kariyerinde Dünya, Avrupa ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yok. Ama bizim kasabın var!
İlk defa katıldığımız Euro 96’da ilk 2 maçı kaybettikten sonra gruptan çıkma şansını yitirmiş ve 3. maça Danimarka karşısına prestij için çıkmıştık. Maçta yediğimiz 3 golle turnuvayı puansız kapattık. Arif Erdem’in ağlara gönderdiği top bir an olsun sevindirirken, hakemin ofsayt düdüğü turnuvada gol sevinci yaşayamıyoruz düşüncemizi pekiştiriyordu. Maçı 3-0 kaybettik ama takımımız en azından bir şampiyonaya katılmıştı. Bu düşünceler eşliğinde turnuvada C grubunun son maçları için dakikaları geriye doğru sayıyorduk aynı gün. O ana dek grupta Almanya 2 maçta 6 puan toplarken, Çek Cumhuriyeti ve İtalya 3’er puanda, Rusya ise puansızdı. Hayatımda o ana dek ilk kez karşılaştığım 2li averaj uygulaması bana ayrı bir heyecan sunuyordu zira Çek Cumhuriyeti , İtalya’yı yendiği için 2 takımın da beraberliği Çeklere yarıyordu. Bunun dışındaki sonuçlarda ise İtalyanlardan fazla puan almaları gerekiyordu. (Bir de Almanların 4 veya daha fazla mağlubiyeti de eklenebilir).
İtalya ve Almanya –grubun 2 majör takımı- son maçta karşı karşıya gelince doğal olarak oraya ilgi daha fazlaydı. Daha 9. dakikada Zola’nın penaltısı vuruşu kaleci Köpke tarafından kurtarılırken, maç genelde İtalya baskısı altında geçti. 59’da Strunz’un gördüğü kırmızı kart bu baskıyı daha da yoğun kılan bir etkendi. Fakat diğer taraftaki maç adı –görece- küçük ama git-gelleriyle daha bir enteresandı.